Ülkelerin de canlılar gibi yaşam döngüsü vardır. Doğarlar, gelişirler, aynı coğrafi sınırlar içerisinde durağanlaşırlar. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi kuramında yer aldığı gibi ihtiyaçlar sınırsızdır ve bir ihtiyaç karşılandığı taktirde bir yenisi gelmektedir. Fizyolojik ihtiyaçlarını karşılayan insan güvenlik ihtiyacını karşılamaya yönelir. Bir üst basamaklardaki temel ihtiyaçlara tik atıldıkça kişi kendini gerçekleştirme denilen alanlara yönelir. Devletler de böyledir. Temel ihtiyaçlarını, güvenlik gereksinimlerini oturtan ülkeler gelişime odaklanmaya başlar. Farklı kaynak ihtiyaçlarını da doğuran gelişim sürecidir bu aynı zamanda. Ve böylece çoğu zaman savaşlar başlar.
Türkiye tarih boyunca coğrafi konumu, yer altı kaynakları, doğal zenginlikleri nedeniyle birçok ülkenin ağzını sulandırmıştır. Bağımsızlığına düşkün, vicdan sahibi insan yapısı ise çıkar çatışmalarında hep en zayıf noktası olmuştur bu coğrafyanın. Komşusu açken tok yatmayan Peygamberin, “dünyada biri üşüyorsa sen ısınamazsın” diyen âlimlerin peşinden giden toplumun vatanı olmuştur bu topraklar. Nerede zulüm varsa varını yoğunu ortaya koyan yiğitlerin destanlarına tanık olmuştur yüzyıllar boyunca. İnsanı insan yapan bu değerler ülke tarihinde birçok cephede, iklimde mücadeleye gebe bırakmıştır enerjisini.
Gelişmiş olarak tanımlanan ülkeler temel ihtiyaçlarını karşılamış, üst düzey çıkarları için farklı kaynaklara göz dikmiştir tarihte ve günümüzde. Kendileri ilerlemek üzere çıkardıkları savaşlar, gelişmekte olan ülkelerin bağımsızlıklarının, özgürlüklerinin sonunu getirebilmektedir. Nitekim Türkiye bağımsızlığı için top tüfek direnirken, şairin “tek dişi kalmış canavar” olarak tanımladığı medeniyet timsali ülkeler sanat, bilim, teknoloji, üretim üzerine projeleri geliştirmiştir. Kütüphaneler kurmuş, resimler çizmiş, tiyatrolar sunmuş, laboratuvarlar geliştirmiş, makinalar yapmış, elektronik kartlar tasarlamış, hazır gıdalar üretmiş, teknoloji geliştirmiştir. Evet, tüm bunlar vatan, toprak aşkıyla yanan yürekler cephelerde toprağa karışırken olmuştur tarihte. Günümüzde ülkelerin gelişmişlik ve refah düzeyleriyle ilgili adaletli yorum yapmak için de ülke tarihlerini, geçirdikleri aşamaları hassasiyetle irdelemek gerekmektedir.
Anadolu insanı cepheden cepheye koşarken, bağımsızlığın üretmekten geçtiği bilincine kavuşmuş ülkeler teknolojiyle üretme, gelişme, geliştirme yolunu seçmiş yatırıma, sanayiye yönelmiştir. Temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere yaralarını sarmaya çalışan ülkeler bir taraftayken, üretimini markalaştıran ülkeler dünya çapında söz sahibi olmuştur. Makine üreten teknoloji devi; başka coğrafyaların yer altı zenginliği olan mermeri işleyen tasarım devi; başka toprakların elmasını, bakırını işleyen maden devi; yazılım üreten ise geleceğin devi olarak ismini yazdırmıştır sayfalara. Bu ülkelerde planlama ve üretim başarıda kilit rol oynamıştır.
İnsanı değerlerinden ödün vermeden bağımsızlık mücadelesi veren Türkiye çok çetin savaşlara ve tehditlere ev sahipliği yapmıştır. Her ayağa kalkış mücadelesi devlerin çıkarlarına ters düşmüş, gelişimi engellemeye yönelik iç ve dış kaynaklı her türlü zorluğa zemin oluşturulmuştur. 21. yüzyılda endüstride, teknolojide, tarımda üreterek üçüncü dünya ülkesi etiketinden kurtulan Türkiye, beşeri ve doğal kaynaklarına katma değer katarak büyüme yolunu seçmiştir.
“Yok mu” sorusuna, “hiç mi yok” diye sorarak yenilgiyi kabullenmeyen, hiçbir şekilde kabullenmeyen Anadolu insanının üreterek, daha çok üreterek dünyada söz sahibi olmasından öte yol yoktur.